Ayasofya Müzesi Tarihi

Üç kıt’aya yayılan Roma İmparatorluğu her ülkede imparatorluklarına yakışır abidevi
eserler yapmışlardır. Romanın bir kenti olan İstanbul’da da bu devrede Ayasofyayı inşa
etmişlerdir.

Ayasofya dünya mimarlık tarihinin eşsiz bir şahaseridir. Gerek efsaneleri, gerek mimari
özelliği ve içini süsleyen mozayikleriyle sanat literatüründe apayrı bir yere sahip olan
yapının inşasına 326 yılında I.Constantius (Büyük Constantin) zamanında başlanmıştır.
Bazı tarihçiler ise ilk yapının Büyük Constantin’in oğlu Constans tarafından
yaptırıldığını ve II.Constantius tarafından ibadete açıldığını yazarlar.

İlk Ayasofya duvarları kâgir çatısı ahşap olan bir bazilika biçiminde yapılmış, şehrin en
büyük kilisesi olduğu için de büyük kilise anlamına gelen “Megali Ecclesia” diye
isimlendirilmiştir. Sonraları “Thea Sophia” diye anılan yapıya V. yüzyıldan itibaren
kutsal hikmet anlamına gelen “Hagia Sophia” adı verilmiştir.

İlk Ayasofya fazla ömürlü olmamış imparator Arcadius zamanında İstanbul patriği
İoannes Chrysostomos’un sürgüne gönderilmesi üzerine çıkan bir ayaklanma sırasında
(20 Haziran 404) yakılıp yıkılmıştır.

Ayasofya ikinci defa olarak II.Theodosius zamanında yeniden yapılmış, 10 Ekim 415 te
halkın ibadetine açılmıştır. İkinci Ayasofya’nın plânı hakkında fazla bir şey
bilinmemekle beraber bu yapının beş nefli bir bazilika olduğu ve mimar Roffinos
tarafından yapıldığı sanılmaktadır. 1936 yılında Ayasofyanın bahçesinde Alman
arkeologlar tarafından yapılan kazılarda bazı temeller ve mimari elemanlar ele geçmiş
bunların değerlendirilmesi sonucu yapının beş basamak merdivenle çıkılan önü sütunlu
bir girişe sahip olduğu anlaşılmıştır. 60 metre genişliğinde olan bu yapıdaki araştırmalar
şimdiki Ayasofya’nın temellerinin tahrip olmaması için daha sonra durdurulmuştur.
Kazılar sırasında çıkan sütun başlıkları, sütun ve diğer mimari parçalar bugün yapının
bahçesinde sergilenmektedir.

II.Theodosius’un yaptırdığı ikinci Ayasofya 532 yılının Ocak ayının onüçüncü gecesi
Maviler ve Yeşiller kulüpleri arasında rekabet sonucu başgösteren kanlı Nika ihtilali
sonucu diğer bazı binalarla birlikte yanmıştır. İmparator Justinianus karısı
Theodora’nın yardımıyla isyanı bastırdıktan sonra Ayasofya’nın yeni baştan
yapılmasını istemiştir.

Denilirki I.Justinianus bir gece rüyasında Ayasofya’nın bulunduğu yerde nur yüzlü bir
ihtiyar görür ve hemen huzuruna varır. Aziz’in elinde üzerinde Ayasofya’nın resmi çizili
olan gümüş bir levha vardır. İmparator bunu görünce büyük bir heyecana
kapılarak “Yarabbi, bu levha bende olsaydı mabedimi buna göre yaptırırdım” der. O
sırada aziz imparatora dönüp gülümseyerek levhayı uzatır. “Al mabedini bu resme göre
yap” diye kendisiyle konuşur. Bunun üzerine imparator “Mabede ne isim vereyim” diye
sorar. O da “Ayasofya” cevabını verir. İmparator sabahleyin hemen mimarını huzuruna
çağırtarak gördüğü rüyayı kendisine anlatır. Halbuki mimar da aynı rüyayı görmüş ve
azizin o gece kendisine verdiği levhadaki mabetin resmini sabah uyanınca çizmiştir.
İster imparator Justinianus söylendiği gibi bu rüyasının tesiriyle ister büyük bir mabet
yaptırmak tutkusundan olsun vakit geçirmeden tasarılarını uygulamaya koyar ve büyük
bir mabet yapılması için Aydınlı Anthemios ile Miletoslu İzidoru vazifelendirir.
Justinianus, inşa edilecek yapının Hazreti Ademden beri görülmemiş ve görülemiyecek
bir mabet olmasını istemektedir. Burası dünyanın en büyük ve en güzel mabedi olacak.
Hz.Süleyman’ın Kudüs’teki mabedini bile geçecektir. Bu hayalini gerçekleştirmek için
İmparatorluğun bütün gelirini harcamaya hazırdır. Örneğin mabedin sadece Ambon ve
suela denilen mahfelleri için Mısır’ın bir yıllık geliri ayrılmıştır. Vazifelendirilen
mimarlar ilkin daha önceki yapının arsası küçük olduğu ve çevreside çeşitli evlerle
kaplanmış bulunduğundan geniş istimlâk işlerine girişip bu konuda büyük paralar
harcamışlardır.

Ayasofya’nın inşa edileceği alanın güneyinde Avgusteum denilen ve Justinianus’un atlı
bir heykeli bulunan, alayların ve törenlerin yapıldığı geniş bir meydan, kuzeyinde ise
bugünkü Topkapı Sarayı surlarının içerisinde yer alan İmparatora ait kiliseler, ünlü
manastırlar ve devlet ileri gelenlerinin konakları vardır. Doğu yönünde ise imparatorun
sarayı yer almaktadır.

Yapılan istimlâklerden sonra Anthemios ile İzidoros İstanbul’un en güzel yerlerinden
birinde yangınlara, depremlere karşı koyacak ve gelecek yüzyıllara ulaşacak büyük bir
eser yaratmak için hazırlıklara başlarlar.

Bu amaçla imparatorluğun çeşitli yerlerindeki tapınakların malzemelerini taşımaya
çalışırlar. Efes’deki Diana tapınağından kırmızı porfir sütunlardan sekizini İstanbul’a
getirerek bunları yapının inşaasında kullandıkları gibi Atina, Roma, Baalbek ve
Delf’teki harabelerin malzemelerinden de valiler aracılığıyla faydalanmışlar
Ayasofya’nın yapımında bunlarıda kullanmışlardır.

Bunun yanı sıra dünyanın en meşhur mermer ocakları da bu dönemde Ayasofya için
çalışır. Beyaz mermerler yanı sıra Eğriboz adasından açık yeşil, Cezayir’den sarı renkli,
Siga’dan damarlı pembe, Güneybatı Anadolu’dan beyaz kırmızı mermerler, getirtilmiş
ve bunlar Ayasofya da cömertçe kullanılmıştır.

532 de başlanan yapının inşaatı sırasında günde bin usta ile onbin amele çalışmış ve
bizzat imparator bu çalışmaları denetlemiştir. Çalışmalar esnasında işçilerin yövmiyeleri
düzenli olarak ödenirken bir yandan da ameleler arasında rekabetten faydalanılarak
daha çok iş yapan gruba mükâfatlar verilmiş inşaatın çabuk bitmesi sağlanmıştır. İnşaat
sırasında yapının zemininin altına geniş sarnıçlar yapılmış ve bunların içine pilpayeler
konularak depreme karşı mukavemet etmesi temin edilmiştir. Kilisenim asıl duvar
kubbe ve kemerlerinde tuğla kullanılmış, filayakları ve hatıllar kesme taşlardan yapılmış
olup, sütun başlık gibi mimari elemanlar ise kaplama renkli mermerlerden yapılmıştır.
Bütün bu kıymetli malzemeler daha öncede belirtildiği gibi antik harabelerden ve
Marmara adasındaki mermer ocaklarından getirilmiştir.

Kubbesi, devrinin bir mucizesi olarak nitelendirilen dünyada büyük yankılar uyandıran
Ayasofya; 5 yıl 11 ay ve 10 gün süren inşaattan sonra tamamlanmış, açılış merasimi 27
Aralık 537 de İmparator Justinianus tarafından yapılmıştır. Ondört at koşulmuş alay
arabasına binen Justinianus’u kilisenin atriumunda kilise ileri gelenleri karşılamış, hep
birlikte imparator kapısına doğru ilerleyen heyet, daha sonra Patrik Menas tarafından
karşılanarak birlikte Nartekse geçilmiş, asıl naosa geçilirken protokol gereği imparator
ve patrik elele tutuşmuşlardır. Apsise doğru ilerlerken hayallerinin gerçek olduğunu
gören Justinianus büyük heyecan ve gururla apsise doğru atılmış, ellerini yukarıya
doğru kaldırarak “Allaha hamd-ü sena olsunki beni böyle bir eseri ikmale lâyık gördü.
Ey Süleyman seni de geçtim” demiştir. Ancak bu gururlu imparator daha sağlığında
553, 557 ve 559 yıllarında meydana gelen depremlerde kubbenin doğu kısmının
yıkılmasına şahit olmuş, ekmek ve şarap dolabının durduğu yer ile mukaddes âyin
masasınında yıkıldığını görmüştür.

562 yılında onarım işi mimar İzidoros’un yeğeni genç İzidoros’a verilmiş, önceleri basık
olan kubbe 6,25 m. kadar yükseltilmiş, fil ayaklarının dayanakları istinat ayakları ile
önemli şekilde kuvvetlendirilmiştir.

Ayasofya’nın tamirden sonraki ikinci açılışı yine Justinianus tarafından yapılmış tören
sırasında Patrik Eulyhus kendisine eşlik etmiştir.

9. yüzyılda imparator Teofilius ve III.Mikhael dönemlerinde oymalı tunçtan kanatlı
kapılarla süslenen Ayasofya, 869 ve 986 yıllarında meydana gelen depremlerde de statik
bakımdan zayıf olduğu için bazı hasarlar görmüş, onarımı yapıldıktan sonra 13 Mayıs
994 te bir kez daha ibadete açılmış, imparator II.Basilius tarafından da içi mozaiklerle
süslenmiştir.

Lâtin istilası sırasında dış dehlizin dış yüzüne ahşap bir çan kulesi ilâve edilen Ayasofya,
haçlılar tarafından başka bir dine ait mabetmiş gibi yağma edilmiş, bu arada kapıların
kaplamaları altın sanılarak sökülmüş, maddi ve manevi değeri yüksek ne kadar eşya
varsa yok edilmiştir.

1317 yılında yeni bir tehlikeyle karşılaşan yapıyı II.Andronikos dört payanda duvarı
yaptırarak emniyet altına almış fakat 13 Mart 1346 da meydana gelen depremde doğu
yarım kubbesi, büyük kubbenin bir bölümü çökmüş ve altındaki ambon ile iconsostas
büyük zarar görmüştür. 1354 yılında halktan alınan vergilerle bina, mimar G.Prella
tarafından tekrar tamir edilmiştir.

Türkler İstanbul’u alıncaya kadar Ayasofya birçok defalar büyük tehlikelerle karşı
karşıya kalmış öyleki bir ara ibadete bile kapatılmıştır.

29.Mayıs.1453 tarihinde Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a girdiği zaman kilise son derece
bakımsız bir durumda idi. Halkın büyük çoğunluğu korkudan yapının içine sığınmıştı.
Fatih büyük bir saygıyla Ayasofya’nın içine girmiş içeriyi dolduran halkın sakin bir
şekilde burunlarının dahi kanamadan evlerine gitmelerini emretmiştir.

Ayasofya’yı son derece bakımsız ve perişan bulan Fatih Sultan Mehmet buranın derhal
camiye çevrilmesini emretmiş 1 Haziran 1453’e rastlayan ilk Cuma namazını da burada
kılmıştır. Bu arada ortadaki eşyalar kaldırılmış fakat mozayiklerin hiç birine
dokunulmamıştır. Bu mozayikler çok sonraları Kanuni devrinde İslâm dininde mabet
içinde resmin olmaması nedeniyle sıva ile örtülmüştür.

Fatih ilk önce Ayasofya’ya tahtadan bir minare yaptırtmış sonra bunu kaldırtarak
camiin güney-batı köşesindeki bugün görülen tuğla minareyi inşa ettirmiş doğudaki
ikinci destek duvarını yaptırtmış ve büyük bir vakfiye ile binanın devamlı bakımlı
kalmasını sağlamıştır.

Fatih Ayasofya’nın bünyesinde herhangi bir değişiklik yaptırtmamış hatta yapının adını
bile değiştirmemiştir.

Ayasofya diğer padişahlar tarafından da her devirde büyük ilgi görmüştür. Zarif ince
minaresi II.Beyazıt zamanında, caddeye bakan iki kalın minaresi ise II.Selim zamanında
yapılmıştır. Bu kalın minarelerin Sinan’ın eseri olduğu bilinmektedir. Fakat minareler
III.Murat döneminde tamamlanmıştır. Sinan ayrıca Ayasofyanın payandalarını
kuvvetlendirmiş, yeni istinat duvarları yaptırmıştır. III. Murat, Fatih devrinde yapılmış
olan mihrabı da yenileyerek Türk sanatının en güzel örneklerinden olan minber ile zarif
mermer mahfilleri binaya ilâve etmiş, orta nefin iki yanında yer alan Helenistik döneme
ait iki mermer küp de yine bu padişah tarafından Bergama’dan getirtilmiştir.
Mermerden yapılan vaiz kürsüsü ise IV.Murat devri eseridir. Bu padişah duvarlara ve
duvarların boş yerlerinin tezyinine çok önem vermiş, bu boşluklara Allahın
peygamberin ve dört halifenin isimlerini gösteren celihatla yazılmış yazıları Tekneci
Zade İbrahim Efendi’ye yazdırmıştır.

Önceleri duvar içinde bulunan padişah mahfili III.Ahmet tarafından şahnişin haline
konulmuştur.

İstanbul
14-02-2009, 03:18

Ayasofya Müzesi

Ayasofya’yı Türk eserleriyle en fazla süsleyen hükümdar I.Mahmud’dur. Bu, padişah
mahfeli yenilediği gibi camiin içinde çok güzel bir de kütüphane inşa ettirmiştir. Tunç
şebekeleri devrinin bir şahaseri olan kütüphanenin 16,17 ve 18 yüzyıllara ait İznik ve
Kütahya çinileri ile kaplı duvarları harika güzelliktedir. Kütüphanede bulunan 7274
yazma ve basma kitap bugün Süleymaniye Kütüphanesine nakledilmiştir.
Avluda yer alan 18. yüzyıl Türk mimarisinin en güzel örneklerinden biri sayılan
şadırvan ile bu manzumeye ilave edilen mektup ve imaret yine I.Mahmut döneminde
yapılan eserlerdendir.

Abdülmecit döneminde Ayasofya büyük bir onarım gördü. İsviçreli Mimar Gaspar
Fossati’nin denetimi altında yapılan çalışmalarda (1847-1849) büyük kubbe demir
çemberlerle sağlamlaştırıldığı gibi tehlikeli bir şekilde eğilen 13 sütun da bu arada
doğrultuldu. Mihrap, minber ve mahfiller restore edildi, sıvalar ile kurşun kaplamaların
bazıları yenilendi, eski hünkâr mahfiline bugünkü yeni şekli verildi. Fossati, ayrıca
mozaiklerle de ilgilenip bunları temizleme işlerine girişti figürlü olanların üzerini ise
tekrar sıva ile örttü, binanın herhangi bir yangından zarar görmemesi için çevredeki
ahşap evleri yıktırdı. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın yakın ilgisi ve direktifleriyle
yapılan bu onarımlar için 200.000 altın lira sarfolunduğu söylenir. Bu tamir vesilesiyle
binanın caddeye açılan kapısı üstüne Abdülmecit’in tuğrası ile beraber bir de mermer
kitabe konulmuş ayrıca bu amaçla altın, bakır, gümüş hatıra madalyaları bastırılmıştır.
İstanbul’da büyük tahribata sebep olan 1894 depremi diğer anıtsal yapılarla birlikte
Ayasofya’yı da etkiledi. Bunun üzerine 1897 de kısmen dökülen sıvalar ve mozaikler
tekrar onarıldı.

1926 yılında Avrupa basınında Ayasofya’nın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya
bulunduğu şekilde yayınlar yapılması üzerine bu işi ciddiye alan Türk hükümeti
profesörlerden bir uzmanlar heyeti kurdu. Altı ay süren çalışmalardan ve temellere
yapılan sondajlardan sonra yapının muazzam büyüklükte bir kaya üzerine oturduğu bu
yüzden herhangi bir tehlikenin söz konusu olamıyacağı tesbit edildi. Buna rağmen bütün
ihtimaller göz önüne alınarak zayıf görülen yerler tekrar takviye edildi. Esas kubbe
yeniden demir bir çember içine alınarak kubbelerin kurşun örtüleri değiştirildi.
Cumhuriyetten sonra görevine bir müddet cami olarak devam eden Ayasofya
Atatürk’ün isteği ve Bakanlar Kurulunun 2/1589 sayılı kararıyla eşsiz bir anıt olduğu ve
bütün dünyaya yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı gerekçeleriyle 24.XI.1934
tarihinde müze haline getirilmiş 1.Şubat.1935 yılında müze olarak ziyarete açılmıştır.
Ayasofya tarihi özelliklerinin yanı sıra mimarisiyle de dünyanın sayılı yapılarından
biridir. Tüm hristiyanlar için taş ve tuğladan yapılmış bir bina değil mistik manâsı olan
bir mabettir. Duvarları yeryüzünü kubbesi ise gökyüzünü temsil eder. 55.60 metre
yüksekliğinde ve ortalama 31.36 metre çapındaki kubbesi devrinin bir mucizesi olarak
nitelendirilmiş, dünyaca büyük yankılar uyandırmıştır. Ayasofya’nın kubbesi tam daire
şeklinde değildir. Kuzey-güney çapı 31,87 metre Doğu-batı çapı ise 30,87 metre
ölçülerindedir. Kubbe 1,1 metre genişliğinde 40 kaburgaya dayanır. Bu 40 kaburganın
arasında ve alt kısımlarında 40 pencere vardır. Bu pencereler sayesinde bina bol ışık
alır. Yapının ağırlığını 107 sütun taşır. Bu sütunlardan 40 tanesi aşağıda, 67 tanesi ise
yukarıdadır.

Ayasofya’nın kapladığı alan kareye yakın dikdörtgen biçimindedir. Kubbeli bir bazilika
tipinde yapılan binanın orta nefi 32,37 m. yan nefleri ise 18,20 ve 18,70 metre
genişliğindedir. Apsisten imparator kapısına kadar olan uzunluğu ise 79,30 metredir. Bu
ölçüye iç ve dış narteksler ile duvar kalınlıkları da eklenecek olursa tüm uzunluğu 99
metreyi bulur. İç narteks ise 60,90 metre uzunluğunda ve 10,50 metre genişliğindedir.
Ayasofya’nın zemin şeması bazilika anlayışına uygundur, fakat yapının örtü sistemi ile
bazilikada rastlanan örtü sisteminden bütünüyle farklıdır. Burada büyük bir kubbenin
yapılması daha çok merkezi plânlı yapıların özelliğidir. Ama Anadolu’lu iki mimar
(Anthemius ile İzidoros) bu iki zıt mimari anlayışı aynı yapıda kaynaştırmayı ve
bambaşka bir ahenk yaratmayı başarabilmişlerdir. Kubbeye geçişi sağlayan mimari
elemanlardan pandantif de ilk defa büyük ölçülerde Ayasofya’da kullanılmıştır.
Abdülmecid döneminde (1839-61) Ayasofya’yı tamir eden Fossati mozaiklerin sıvalarını
da temizlemiş hatta padişah mozaiklerin açık bırakılmasını istemişse de bu iş
gerçekleşmemiştir. Bu sıralarda Salzenberg adlı Alman bir mimar yapıyı incelemiş,
resimlerini yapmış Almanya’ya döndüğünde büyük albüm hazırlayarak mozaikleri tüm
dünyaya tanıtmıştır. Fossati de bir albüm hazırlamış ve bu albümü Abdülmecit’e ithaf
etmiştir.

Bu tarihten sonra tekrar cami olarak görevine devam eden Ayasofya’nın dünyaca ünlü
mozaikleri 1930-32 yıllarına kadar gözlerden saklı kaldı. Bu sıralarda Thomas
Whittemore adlı bir Amerikalı mozaiklerin üzerini açmağa girişti ve ilk olarak nartekste
imparator kapısı üzerinde yer alan mozaikleri ortaya çıkararak ilim dünyasında büyük
yankılar uyandırdı. Böylece başlayan çalışmalar daha sonraları Amerikan-Bizans
Enstitüsü ve Underwood tarafından da sürdürüldü. Yapı 1934 de müze haline
getirildikten sonra bu çalışmalara daha da hız verilmiş, Fossati’nin notlarında bahsettiği
mozaiklerin bir kısmı bulunmuş bir kısmı ise bulunamamıştır. Bu mozaiklerin ne olduğu
bilinmemekle beraber 1894 depreminde tahrip oldukları düşünülebilir.

Bugün Ayasofyayı süsleyen figürlü mozaiklerin hiç biri 6.yy.dan kalmış değildir. 726-842
tarihleri arasında cereyan eden ikonoklazma (tasvir düşmanlığı) dönemi sırasında bütün
mozaikler tahrip edilmiş daha sonraki yıllar yeniden yapılmıştır.

Figürsüz mozaiklerin ise büyük bir ihtimalle devrinden kaldığı sanılmaktadır.
Ayasofyanın dış kapısından girdiğimizde sağ tarafımızda I. Mahmud tarafından
yaptırılmış bulunan güzel bir şadırvan görürüz. Türk mimarisinin en güzel
örneklerinden olan bu şadırvanın her bir tarafında yer alan kemerlerin hem içinde hem
dışında eski Türkçe yazılmış yazılar vardır. Şadırvanı örten kubbe saçağında ise renkli
kalem işleri yer almıştır. Türk başlıklarıyla son derece cazip olan bu şadırvanı
gördükten sonra isteyenler eski Ayasofyanın temellerini ve bu temellerde çıkan bazı
sütun başlıkları ile sütun parçalarını görmek için sol taraftan dolanıp bahçedeki
kalıntıları inceleyebilirler. Ayrıca burada çeşitli yerlerden getirtilen lahitler ile bir
ambon da dikkati çeker. Eski temel kalıntısı yerinde görülen firizlerdeki kabartma kuzu
motifleri havarileri temsil etmektedir.

Çiçekler ve ağaçlarla süslü bu bahçeden Ayasofyanın duvarlarına bakarak yeni
düzenlemeye göre giriş kapısından bu görkemli yapıyı gezmek için içeriye girelim.
Sağımızda eski giriş, şimdi çıkış olan tunçtan dövme olarak yapılmış ve hellenistik bir
mabetten alınarak buraya takılan yan giriş kapısı görülür. Bu kapının imparator
Mikhael döneminde getirildiği söylenmektedir.

Bu kapının tam karşısındaki kapının üzerinde nefis bir mozaik pano görülür. Altın
yaldız mozaikli bu panoda ortada süslü bir taht üzerinde oturan Meryem kucağında
İsa’yı tutmaktadır. Ayaklarının altında yer alan ayak iskemlesinde gümüş mozaiklerin
kullanılması bu kompozisyonun en ilginç taraflarındandır. Meryem’in iki tarafında
ayakta yer alan imparatorlardan Jüstinyanus mabedin, Konstantin ise şehrin maketini
Meryem’e takdim etmektedir. X.yy.a ait bu kompozisyonda görülen yazılar figürlerin
isimlerini belirler.

Burada ikinci bir tunç kapı ile 60, 90x10,50 m. ebadında bir koridora geçilir. Burası
Ayasofya’nın iç narteksidir. Zemin marmara mermerleriyle kaplanmış, yan duvarlar en
nadide renkli mermerlerle bezenmiştir. Çapraz tonozla örtülü tavan altın yaldızlı
mozaiklerle tezyin edilmiştir. Dış narteksten iç nartekse geçişteki kapıların altı ton
ağırlığında olduğu söylenmektedir.

Esas mekâna girişte altı kapı bulunmaktadır. Bu kapılardan ortada yer alan en büyük
kapı imparator kapısı diye adlandırılır. Bunun sağında ve solunda yer alan iki kapı
patriklere, diğer kapılar ise halka aittir.

Şimdi Ayasofyanın üst katlarına çıkmak için girdiğimiz kapının sol tarafına doğru
yürüyelim. Karşıda gördüğümüz mermer küpler hellenistik devre ait olup III. Murad
tarafından Bergama’dan getirtilmiştir. Sağ köşede hakkında çeşitli söylentiler bulunan
Terler direk ile karşılaşırız. Etrafı bronzla kaplı bu direğin ön yüzünde bir delik
görülüyor. Meryem’in gözyaşı olduğu söylenen ve göze benzeyen bu deliğe parmağını
sokup gözlerine sürenlerin göz hastalığı varsa bu hastalıktan kurtulacağına inanılır.
Ayasofyanın zevkine varmak ve onu tam olarak tanımak isterseniz mutlaka ayrı bir
ücretle girilen yukarı galeriyi görmeniz gerekir.

Galeriye rampalı döner bir yolla çıkılır. Vaktiyle imparator ve imparatoriçelerin
tahtırevanla çıktığı bu yolu biz ağır adımlarla çıkalım. Bu yoldan başka yapının diğer
köşelerinde de galeriye ulaşan zemini mermer döşeli rampalı yollar vardır. Bizim şimdi
çıktığımız yol ise bugün taş döşelidir.

Yan neflerin ve narteksin üzerinde yer alan galerinin zemini de binanın diğer yerleri gibi
mermer döşelidir. Ayasofyanın en güzel mozaikleri bu katta yer alır. Sağda yer alan ok
istikametini takip ederek gezimize devam edelim. Geniş bir galeriye gelmiş oluruz.
Ortada yeşil sütunlu bir yerden imparatoriçe ve maiyeti ile devlet büyüklerinin eşleri
aşağıdaki merasimi seyrederlerdi. Biz de şimdi her ne kadar bir merasim yoksa da
buradan Ayasofyanın görkemini seyredebiliriz. Yolumuza devam ederek sola doğru
kıvrılalım. Burada bizi ahşap görünüşlü fakat mermerden yapılmış cennet ve cehennem
kapısı karşılar. Kapının sağ tarafı bitki motifleriyle cenneti, düz olan diğeri ise
cehennemi temsil eder. Bu kapıdan içeri girelim. Şimdi içinde bulunduğumuz galeri
Bizans döneminde konsüllerin dini toplantılar yaptığı yer olarak bilinir. Hemen
arkamızda yer alan muhteşem Deisis mozayiği 12.yy. da Comnenoslar devrinden
kalmıştır. Meryem, İsa, St.Jean portrelerinin başarılı bir şekilde işlendiği bu mozayiğin
ne yazık ki alt kısımları dökülmüştür.

Apsise doğru devam ettiğimizde imparator ailesinin mozaikleriyle karşılaşırız. Sağda yer
alan mozaikte ortada Meryem ve oğlu, yanlarında Comnenos hanedanından imparator
II.İoannes Comnenos ile imparatoriçe Eirene tasvir edilmiştir. İmparator İsa’ya bir kese
altın, imparatoriçe de İsa’ya şehrin fermanını vermektedirler. Macar kralının kız
kardeşi olan Eirene’nin macar ırkına özgü güzelliği burada tam olarak aksettirilmiştir.
Bir köşeye sıkıştırılarak yapılan diğer mozaikte imparatoriçenin oğlu Aleksius’un
portresi görülür. Çok genç yaşta veremden ölen prensin hastalıklı yüzündeki anlam
Bizans portre sanatının en güzel örneklerindendir.

Solda yer alan kompozisyonda ise imparator 9.Konstantin Monomakos ile imparatoriçe
Zoe yer almıştır. Zoe Bizans tarihinin en ünlü kadınlarından birisidir. Son derece
güzel olmasına rağmen 45 yaşına kadar evlenememiş, daha sonraları Romanos Argiros
adlı bir komutanla evlenmiştir. Kısa bir süre sonra Argiros banyoda ölü bulununca Zoe
IV.Mikhael adlı biriyle yeniden evlenmiş Mikhael de ölüm korkusuyla imparatorluktan
vazgeçip rahip olunca onun yeğenini evlat edinmiştir. Bu genç de iktidarı ele geçirerek
imparatoriçeyi adalara sürgüne göndermiş ama bir müddet sonra İstanbul halkı
ayaklanarak tekrar Zoe’yi imparatoriçe yapmışlardır. İşte Zoe’nin bu fırtınalı hayatı
mozaiklere de tesir etmiş, imparatorun vücudu eski eşlerinden birisine ait olmasına
rağmen yüz kısmının son eşi Monomakos’a ait olduğu görülmüştür. Kompozisyonda İsa
takdis eder vaziyettedir. Monomakos İsa’ya bir kese altın, Zoe ise şehrin fermanını
sunmaktadır.

Bu değerli mozaikleri gördükten sonra tekrar geriye dönelim. Sağ tarafımızda yer alan
ve son derece sanatkârane işlenmiş sütun başlıklarının üzerindeki kemer ve
duvarlarında 6.yy.dan kaldığı sanılan altın yaldızlı mozaikleri görürüz. Rampalı yolun
bulunduğu kısma doğru ilerleyerek sağ tarafta yer alan kuzey galerisine girelim. Burası
da güneyde gördüğümüz galeriye benzemekle birlikte figürlü mozaik bakımından son
derece fakirdir. Sadece sağ taraftaki duvarın güney batı ucunda I.Aleksandros’un
mozayiği görülür. Bu galerinin tavanı yapıldığı tarihten kalan göz kamaştırıcı altın
yaldızlı mozaiklerle tezyin edilmiştir.

Osmanlı sultanlarının ilgisiyle ayakta kalabilen bu görkemli yapıyı gördükten sonra
gezimizi tamamlamış oluruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder