Komik Matematik Dersi - Samsunlu Nurtaç Hoca


Samsun'da özel bir dershanede matematik öğretmenliği yapan Nurtaç Kozak, uyguladığı ilginç yöntemlerle öğrencilerine matematiği öğretmeye çalışıyor. Müzik eşliğinde ve ilginç hareketleriyle formülleri öğretmeye çaba gösteren Nurtaç Hoca'nın öğrenciler tarafından çekilen görüntüleri internette tıklanma rekorları kırıyor.



Samsun'da özel bir dershanede matematik öğretmenliği yapan Nurtaç Kozak, uyguladığı ilginç yöntemlerle öğrencilerine matematiği öğretmeye çalışıyor. Müzik eşliğinde ve ilginç hareketleriyle formülleri öğretmeye çaba gösteren Nurtaç Hoca'nın öğrenciler tarafından çekilen görüntüleri internette tıklanma rekorları kırıyor.

Eski Yunan ve Roma Medeniyeti’nde Takı Sanatı

Eski Yunan’da takı çok özel günlerde seyrek olarak kullanılırdı. Genellikle hediye amaçlı ve kadınlar tarafından güzelliklerini ve sosyal statülerini göstermek için kullanılırdı. Takı ve aksesuarların sahibini “nazar”dan ve kötülükten koruduğu veya sahibine doğaüstü güçler kattığı düşünülürdü. Ayrıca dini sembol olarak da insan hayatında yerini almaktaydı. Daha eski zamanlardan kaldığı düşünülen takı ve aksesuarların tanrılara adandığı tahmin edilmektedir.
Eski Yunan’da da takı ve aksesuarlar ölen kişiyle beraber gömülüyordu. Ama burada amaç Eski Mısır’daki gibi ölen kişinin eşyalarını ölümden sonraki yaşamına götürmesi için değil, ölen kişiyi onurlandırmaktı.


Eski Yunan Medeniyeti’nde  Takı Sanatı
     
Eski Yunan’da takı çok özel günlerde  seyrek olarak kullanılırdı. Genellikle hediye amaçlı ve kadınlar tarafından  güzelliklerini ve sosyal statülerini göstermek için kullanılırdı. Takı ve  aksesuarların sahibini “nazar”dan ve kötülükten koruduğu veya sahibine doğaüstü  güçler kattığı düşünülürdü. Ayrıca dini sembol olarak da insan hayatında yerini  almaktaydı. Daha eski zamanlardan kaldığı düşünülen takı ve aksesuarların  tanrılara adandığı tahmin edilmektedir.
     
Eski Yunan’da da takı ve aksesuarlar  ölen kişiyle beraber gömülüyordu. Ama burada amaç Eski Mısır’daki gibi ölen  kişinin eşyalarını ölümden sonraki yaşamına götürmesi için değil, ölen kişiyi  onurlandırmaktı.

Eski Roma’da Takı Sanatı
     
Romalılar, takı ve aksesuar yapımında  Avrupa kıtasındaki zengin kaynaklardan faydalanabiliyorlardı. Altın  kullandıkları gibi, bazen bronz ve daha eski zamanlarda da cam boncuklar ve  inci kullandıkları da görülmektedir. Yaklaşık 2000 yıl kadar önce Sri Lanka’dan  safir ve Hindistan’dan elmas ithal ettiler. Romalıların yönetimindeki  İngiltere’de, fosilleşmiş ağaç kabukları mücevher parçalarına dönüştürülüyordu.
     
Eski Yunan’da olduğu gibi Eski  Romalılar’da da takının nazardan korunma amaçlı kullanıldığı görülmekteydi.  Kadınların değişik çeşitte mücevher kullanmasına rağmen erkekler sadece yüzük  takabiliyordu. Hem erkekler hem de kadınlar yontulmuş taştan yüzük takıyorlar  ve bunları önemli belgelerde mühür olarak kullanabiliyorlardı. Bu gelenek Orta  Çağ kral ve asilleri tarafından da devam ettirildi.

Eski Roma Medeniyetinde Giyim

Romalıların giysileri Yunanlılar'ınkine çok benzerdi Fakat Romalılar himation yerine îoga giyerlerdi Bu yarım daire biçiminde kesilmiş bir kumaştı, sol omzu örtecek biçimde vücuda sarılırdı Genellikle kalın beyaz pamukludan yapılırdı Togayı toplumda saygınlığı olan erkekler giyer, senatörlerin toga-sının kenarında mor bir şerit olurdu İşçiler ve askerler sağ omzu bir broşla tutturulmuş olan kısa tunikler giyerlerdi Askerler kafalarını madeni miğferlerle korurlardı Romalı kadınlar tuniklerinin üzerine yere kadar uzanan bir giysi geçirirlerdi

Roma İmparatorluğumun ilk yıllarında Önemli kişiler beyaz giyerlerdi Daha sonra kırmızı ve mor moda oldu Giysiler iyice gösterişli olmaya başlamıştı Dokumalara altın iplik karıştırılırdı Jüstinyen döneminde İranlı keşişlerin Avrupa'ya ipekböceğini getirmesiyle tunikler ipekten dokunmaya başlandı Yoksullar koyu renk giyerlerdi

Roma İmparatorluğu doğuya doğru yayıldıkça, giysilerin şatafatı arttı
Kuzeyden gelen istilacı kavimler pantolon giyiyordu Daha sonraları pantolon, tunik ve pelerinle birlikte giyilmeye başlandı Ayaklara yün çoraplar giyilir, kordonlarla önden arkadan çaprazlama bağlanırdı

. Antik dönemde erkekler de kadınlar gibi uzun saçlı olmuşlar Büyük İskender'in başlattığı tıraş modasına değin sakal bırakmışlardır. Zira Büyük İskender savaş ânında düşmanların askerlerin sakallarına yapışıp bırakmaması endişesi taşımıştır. Eski Yunanistan'da şehre ya da eve gelen misafirlere sıcak banyo sunmak ve banyo sonrasında hoş kokulu yağlar ikram etmek bir gelenek hâline gelmişti.

Eski Yunan Medeniyetinde Giyim

Tarihi araştırmalar için yapılan kazılardan ve çeşitli belgelerden eski kavimlerin giyimleri hakkında malumat sahibi olunmaktadır. Bunlardan eski Yunan ve Romalıların giyimlerini sosyal kategorilerine göre değiştiği, idareci, asker, filozof ve halkın ayrı ayrı kıyafetleri bulunduğu anlaşılmaktadır.

Yunanlılar, modeli yüzlerce yıl değişmeyen bir giysi biçimi geliştirdiler Erkekler de, kadınlar da kiton denilen bir tunik giyerlerdi Bu aslında T biçiminde bir kumaştı; vücuda sarıldıktan sonra iğnelerle tutturulur ya da dikilirdi

Yunanların giyim biçimi zamanla ufak değişimlere uğramıştır. Kadınlar da erkekler de genelde bol giysiler giyerlerdi. Tunikler renkli dizaynlara sahip olurdu ve çoğu zaman bir kemerle bağlanırdı. Soğuk zamanlarda şapka ve pelerin giyerler, sıcak havalarda deri sandaletler ve tüm vücudu örten ince kumaştan yapılma elbiseler giyilirdi.

Kadınlar ve yaşlı erkekler sokakta üzerlerine himation denen bir tür atkı alırlardı Erkeklerin giysileri beyaz, kadınlarınki ise sarı, mavi ve kırmızı kumaştan olurdu Bazen bu kumaşlar tanrı, süvari, hayvan ve kuş gibi figürlerle bezenirdi Giysiler yün, keten, ipek, pamuklu, hatta altın işlemeli tülden yapılırdı Geziye çıkanlar, bir de askerler şapka ve pelerin kullanırlardı Sokakta sandalet ya da ayakkabı giyilir, bunlar evlere girerken çıkarılırdı

Yunan Medeniyeti Giysi ve Aksesuar Kültürü

Yunanlılar, modeli yüzlerce yıl değişmeyen bir giysi biçimi geliştirdiler Erkekler de, kadınlar da kiton denilen bir tunik giyerlerdi Bu aslında T biçiminde bir kumaştı; vücuda sarıldıktan sonra iğnelerle tutturulur ya da dikilirdi

Kadınlar ve yaşlı erkekler sokakta üzerlerine himation denen bir tür atkı alırlardı Erkeklerin giysileri beyaz, kadınlarınki ise sarı, mavi ve kırmızı kumaştan olurdu Bazen bu kumaşlar tanrı, süvari, hayvan ve kuş gibi figürlerle bezenirdi Giysiler yün, keten, ipek, pamuklu, hatta altın işlemeli tülden yapılırdı Geziye çıkanlar, bir de askerler şapka ve pelerin kullanırlardı Sokakta sandalet ya da ayakkabı giyilir, bunlar evlere girerken çıkarılırdı

Romalıların giysileri Yunanlılar'ınkine çok benzerdi Fakat Romalılar himation yerine îoga giyerlerdi Bu yarım daire biçiminde kesilmiş bir kumaştı, sol omzu örtecek biçimde vücuda sarılırdı Genellikle kalın beyaz pamukludan yapılırdı Togayı toplumda saygınlığı olan erkekler giyer, senatörlerin toga-sının kenarında mor bir şerit olurdu İşçiler ve askerler sağ omzu bir broşla tutturulmuş olan kısa tunikler giyerlerdi Askerler kafalarını madeni miğferlerle korurlardı Romalı kadınlar tuniklerinin üzerine yere kadar uzanan bir giysi geçirirlerdi

Roma İmparatorluğumun ilk yıllarında Önemli kişiler beyaz giyerlerdi Daha sonra kırmızı ve mor moda oldu Giysiler iyice gösterişli olmaya başlamıştı Dokumalara altın iplik karıştırılırdı Jüstinyen döneminde İranlı keşişlerin Avrupa'ya ipekböceğini getirmesiyle tunikler ipekten dokunmaya başlandı Yoksullar koyu renk giyerlerdi

İngilizler'in nasıl giyindiklerini İS 1 yüzyılda Jül Sezar'dan öğreniyoruz Sezar, Kent (İngiltere'de bir kentin adı) halkının derilere sarındıklarını, vücutlarını "mavi renk veren ve savaşırken onları çok korkunç yapan" bir bitki boyası ile boyadıklarını anlatır Ne var ki, İngiltere'de ve Kuzey Avrupa'da yaşayanlar o dönemde daha çok tunik giyerlerdi Erkekler ayaklarına bilekten büzülen bol pantolon geçirirlerdi Ayrıca siyah ya da mavi boyalı deri pelerinleri ve deriden ayakkabıları vardı Kadınlar, biri yerlere, öbürü dirseklere kadar gelen üst üste iki tunik giyerlerdi Bir İngiliz boyu olan İken Kraliçesi Boudicca'nın çok renkli bir tuniğin üzerine bir broşla toplanmış bol bir elbise giydiği anlatılır

Roma İmparatorluğu doğuya doğru yayıldıkça, giysilerin şatafatı arttı
Kuzeyden gelen istilacı kavimler pantolon giyiyordu Daha sonraları pantolon, tunik ve pelerinle birlikte giyilmeye başlandı Ayaklara yün çoraplar giyilir, kordonlarla önden arkadan çaprazlama bağlanırdı

Anglosaksonlar ve Danimarkalılar giyimlerinde parlak renklerden hoşlanırlardı İngiliz kadınları nakışta ve altın iplikle işleme yapmakta çok ustaydılar

Tarihi Düşünürler , Sanatçılar Şairler - Yunus Emre


Yunus Emre (1238 - 1328)

Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk'ün İslam'a bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koyan Yunus Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır. Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamış bir gönül adamıdır. Bazı kaynaklarda Anadolu'ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi. Batı Anadolu'nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden "makam" adı verilen yer vardır.

Bir garip öldü diyeler Üç gün sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin diyen Yunus, belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir. Türkiye'nin pek çok yerinde Yunus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanabilir: Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; Karaman'da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; Erzurum, Duzcu köyü; Isparta'nın Keçiborlu ilçesi civarı; Aksaray; Afyon'un Sandıklı ilçesi; Ordu'nun Ünye ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Görüldüğü gibi sayı ve iddia hayli kabarıktır. Bazı belgeler, Yunus Emre'nin asıl mezarının Karaman veya Sarıköy'de olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, 1970'li yılların başında Sarıköy'deki mezarın Yunus'a ait olduğuna kesin gözüyle bakılarak bu köye Yunus Emre adı verildi ve oradaki bir bahçe içine anıt dikildi. 1980'li yıllarda ise, 1350'de yapılmış olan Karaman'daki Yunus Emre Camii'nin yanındaki mezarın onun gerçek mezarı olduğu iddia edildi. Aslında bu durum, Yunus Emre'nin Türkler tarafından ne kadar sevildiği ve benimsendiğinin çarpıcı bir örneğidir. Gerçekten de halktan biri olan Yunus Emre, halkın değer, duygu ve düşüncelerini dile getirişi itibariyle tarihimizin en halkla barışık aydınlarından biri olma özelliğine sahiptir.

Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre'nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur. Mısralarında didaktik ahlak telkinlerinde bulunan Yunus Emre, "gönül kırmamak" konusuna ayrı bir önem verir ve "üstün bir değer" olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler. Bu arada Yunus Emre'yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır. "Din tamam olunca doğar muhabbet" diyen Yunus, İslam'ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder. Yunus'un sanat anlayışı, dini ve milli değerleri bağdaştırdığı mısralarında kendini gösterir; millileşen tasavvufa, Türkçe'nin en güzel ve en güçlü özelliklerini kullanarak tercüman olur. Gerçekten de 11,12 ve 13. asırlarda Türkistan ve Anadolu Türkleri arasında çok yayılan tasavvufun Türk şairleri arasında iki büyük sözcüsü vardır: Türkistan'da Ahmet Yesevi, Anadolu'da Yunus Emre...

Yunus Emre'nin tasavvuf anlayışında dervişlik olgunluktur, aşktır; Allah katında kabul görmektir; nefsini yenmek, iradeyi eritmektir; kavgaya, nifaka, gösterişe, hamlığa, riyaya, düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır. Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir. Bu anlamda Mevlana'nın bir benzeridir. O'nun Mevlana kadar çok tanınmayışı ise, bir yandan kullandığı dil olan Türkçe'nin Batı'da Farsça kadar bilinmemesi, öte yandan da Türk aydınlarının O'nu ihmal etmesindendir.

Yunus'taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş "sevgi felsefesi"nin bir parçası ve hatta sonucudur. Nitekim Yunus'un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi "Yaradılanı hoş gör / Yaradan'dan ötürü"dür. Yunus Emre'ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler.

Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah'tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar. Yaşadığı çağın gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda Yunus'un bir başka önemli tarafı ortaya çıkar: Yunus Emre, hükümetsizlik içinde çalkalanan ve Moğol istilaları ile mahvolan Anadolu topraklarında ortaya çıkan sapık batınî cereyanların hiçbirine kapılmadığı gibi, bu akımların Türklerin bütünlüğüne zarar vermesi tehlikesi karşısında da engelleyici bir rol üstlenmiştir. Bu bakımdan bakıldığında Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu, hem de milli birliğin önemli tutkallarından biridir.

Yunus Emre, kelimenin tam anlamıyla "milli bir sanatçı"dır. Tıpkı, Nasrettin Hoca, Köroğlu, Dadaloğlu veya Karacaoğlan gibi... Yunus Emre'nin şiirlerinde en fazla işlenmiş temalar; İlahi aşk, Din, Ahlak, Gurbet, Tabiat, Ölüm ve faniliktir




























Tarihi Düşünürler , Sanatçılar , Şairler - DEDE KORKUT

DEDE KORKUT( ?- ? )

Türklerin masalcı dedesi! Türk'ün geleneklerini, göreneklerini, âdetlerini, inançlarını, başka uluslardan farklarını velhasıl sosyal karakterini masallarına işleyen, onu günümüze kadar güzel bir üslup içinde yaşatarak getiren büyük sanatçı!..

Ne doğduğu yıl bellidir, ne de öldüğü yıl... Hatta yaşadığı yüzyıl bile tartışmalıdır. Masallara karışmış bir masalcıdır Dede Korkut... Ama canlıdır. Nesre benzeyen şiiri, şiire benzeyen nesriyle bezeli hikâyeleri, günümüzde yazılanlardan bile daha diri, daha hayata yakındır.

KESİN OLARAK NE ZAMAN YAŞADIĞI BİLİNMEMEKTEDİR

Bazı araştırmacılar, Hz. Peygamberin çağında yaşadığını söylerler ve eserleri içinde, bu fikirlerini destekleyen bölümler gösterirler. Bazı araştırmacılar, Uzun Hasan döneminde yaşadığını savunurlar ve eserlerinde, Uzun Hasan'ın yaptığı savaşları ve savaştığı kavimleri düşüncelerine kanıt olarak gösterirler. Bazı araştırmacılar da Oğuz Türklerinin masalcı ve destancısı olduğuna inanır. Bu düşüncede olanlar, bugün elimizde mevcut 12 destan-hikâyesinden, kendi fikirlerini ispat edecek belgeyi bol bol bulurlar.

Eğer bir sanat eseri, her çağın insanlarının hayatlarına, düşüncelerine denk düşüyorsa, ölümsüz demektir. Dede Korkut destan-masalları, böylece gerçek bir sanat eseri olduklarını çağımıza kadar tazeliğini yitirmeden gelmeleriyle ispatlamışlardır.

Pertev Naili Boratav, Dede Korkut Masalları için İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı makalede, bu masalların 15. yüzyıla kadar sözlü aktarmalarla geldiğini ve 15. yüzyılın ikinci yarısında Akkoyunlular tarafından yazıya geçirildiğini hatırlattıktan sonra, elimizde mevcut metinlerde iki ayrı dönemin olayları bulunduğunu işaret ediyor.

DEDE KORKUT MASALLARINI BİR AKKOYUNLU OZAN ELE ALMIŞTIR

Oğuz Türklerinin Sir-Derya kuzeyindeki (vatanlarında 9.-11. yüzyıllar arasında ge-çirdikleri hayatları, bu masal - destanlara yansımıştır. Birde bu masal - destanlar, yazıya geçirildikleri 15. yüzyılın Akkoyunlu beyliğinde oluşmuş olayları kapsamaktadır. Dede Korkut masallarının temeli, Oğuz Türklerinin hayatları üzerine oturtulmuştur ve bu dönemin örf, adet, gelenek ve yaşayış biçimlerini yansıtır ama aynı gelenek ve görenekleri yaşayışlarında sürdüren Akkoyunlular, masalları yazılı biçime sokarken, bazı hikâyeleri, o günlerin olayları üzerine oturtarak adapte etmişlerdir.

Dede Korkut masallarını kaleme alan Akkoyunlu Ozan, herhalde yüksek bir edebî bilgiye ve maharete sahipti. Belki kendi düşüncelerini de bu masallara katarak onları zenginleştirmiş, âdeta yeniden hayata kavuşturmuştur. Vatikan Kitaplığı’ndaki en eski nüshasında "Korkut Ata Ağzından, Ozan Aydur" kaydının bulunması bunun kanıtıdır.


Dede Korkut'un hayatı üzerinde kurulmuş bir efsaneye göre, Dede Korkut, Afrika taraflarında doğmuş, yaşamış ve günün birinde kendisine bir mezar kazıldığını görmüştür. Ö-lümden kim korkmaz! Dede Korkut da bu mezardan ve mezar kazıcılarından kurtulmak için diyar diyar kaçmış, her gittiği yerde mezarını ve kazıcılarını kendisini bekler görünce daha da uzaklara gitmiş ve sonunda Sir-Derya nehrinin ağzına yakın bir yere gelip hırkasını suya yatırmış ve burada tam yüz yıl yaşamış.

Bazı önsözlerde, Dede Korkut'un Peygambere elçi gönderildiği yazılıdır. Bu eklemelerin, Türklerin İslâmiyet’i kabul ettikleri yıllarda yapıldığı sanılıyor.

DEDE KORKUT'UN GÜNÜMÜZE KADAR 12 HİKAYESİ GELMİŞTİR

Dede Korkut, Oğuz Türklerinin "bilicisi" olarak tanınır. Nitekim kendisi: "Oğuz halkının başına hayır gelesini, şer gelesini dedim..." diyerek, söylediği hikmetlerle Oğuz Türklerine yol gösterdiğini açıklıyor ve bir Şaman olması ihtimalini kuvvetlendiriyor. Şamanlar, aynı zamanda ozan oluyorlar, geçmiş zamanların hikâyelerini anlatıyorlar, gelecekten haber veriyorlardı.

Dede Korkut'un günümüze kadar gelen 12 hikâyesi şunlardır:
1—Derse Han oğlu Boğaç
2—Salur Kazan'ın evinin yağmalanması
3—Bay Büre beğ oğlu Bamsi Beyrek
4—Kazan oğlu Uruz'un tutsak olması
5—Deli Dumrul
6—Kazılık Koca oğlu Yeğenek
7—Kanlı Koca oğlu Kan Turalı
8—Depe-Göz
9—Beğil oğlu İmren
10—Uşun Koca oğlu Zegrek
11—Salur Kazan'ın tutsak olması.
12—İç-oğuza, Taş-oğuzun başkaldırması

Bu hikâyelerin 8 tanesi, iç ve dış savaşlara aittir. 2 tanesi aşk macerasını dile getirir. 2 tanesi de mitolojiktir. Fakat hepsi birden, Türk dünyasını en gerçek biçimde yansıtır. Üstün bir anlatım gücü, destansı bir üslup, yaşayan diri bir Türkçe ile Türk soyunun kahramanlığı, uygarlığı, ahlakı, dinî gelenekleri ve yaşamları dile getirilir. Türk mitolojisinin kaynağı Dede Korkut masalları, destanlarıdır...

Tarihi Düşünürler , Sanatçılar , Şairler - AŞIK VEYSEL

AŞIK VEYSEL( 1894-1973 )

Sıvas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde 1894 yılında doğdu. Babası, toprakla uğraşan bir rençber. Anası, yaman bir kadın!.. Ne yaman olduğunu, Aşığın hayatını öğrenirken göreceğiz... Veysel, âşıkların harman olduğu bölgede doğdu, yaşadı. Çağdaşı Aşık İzzet ve Talibi de Şarkışlalı-dır. Hayat hikâyesini onun ağzından öğrenen yakın dostu Ümit Yaşar Oğuzcan'dan dinleyelim:

Anası Gülizar, bir güz günü, köy dolaylarındaki Ayıpmar merasına koyun sağmaya gittiğinde, oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i... Göbeğini de kendi eli ile kesmiş, yaman kadınmış Gülizar Ana, bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye gelmiş... Babası Ahmet, bebeğin adını Veysei koymuş.

Yıllar geçmiş aradan, büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk, böylece yedi yaşına varmış. O yıl, bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünden "çiçeğin beyi" çıkmış, kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle... Babasına: "Çocuğu, Akdağmade-ni'ne götür, orada bu gözü açacak bir doktor var" demişler, sevinmiş Ahmet Emmi...

7-8 YAŞLARINDA İKİ GÖZÜNÜ DE KAYBETTİ

Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in... Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince, babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermesin mi? Göz de akıp gitmiş böylece... Veyselin, Muharrem adında bir ağabeysi, Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler. Veysel'in kötü kaderine...

Babası, meraklı adammış... Halk ozanlarının şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalmış oğlunu. Sivas'ın köyleri, saz şairleri ile Onlar da arasıra gelip Ahmet Emmi'nin uğrarlarmış. Veysel, ilgi ile dinlermiş çalıp söylediklerini. Babası oğlunun hevesini görünce bir saz alıp vermiş ona. ilk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamsıhlı Ali Ağa'dan almış... Ve gitgide kendini iyice saza vermiş Veysel... Ünlü halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman...

ASIK VEYSEL'DE AHMET KUTSİ'NIN AYRI BİR YERİ VARDIR

Yirmi beş yaşındayken, (1919) anası-babası (Veyseli Esma adında bir kızla evermişler ve kısa bir süre sonra ikisi de göç etmiş bu dünyadan (1921)... Acı üstüne acı gelmiş ama, bitmemiş talihin kötü oyunu, ikinci çocuğu 10 günlükken, *******n memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardın da karısı, yanaşmalarıyle evden kaçmış. Bu olay, çok koymuş Veysel'e... Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karısı, koyup gittiğinde, bir kızı varmış Veysel'in, daha bir yaşını bile bitirmemiş. İki yıl boyunca kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış.

Bu sıralar, Veysel'i yeniden evermişler. Şimdiki karısı, yedi çocuk vermiş Aşığa... Biri ölmüş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ... Onlar da 18 torun vermişler Veysel'e.

Aşık Veysel, cumhuriyetin 10. yıl dönümüne raslayan 1933 yılına kadar başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda tanınmış şairlerimizden Ahmet Kutsi Tecer tamnruş Veysel'i. Onun ışık tutuculuğu ile Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri, Gazi Mustafa Kemal Paşa için söylediği. 'Türkiye'nin ihyası Hazret! Gazi"mısra ile başlayan şiirdir. Bundan sonra, bütün yazdıklarını çalıp söyler olmuş...

Veysel, 1933 yılma kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde, bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle, kasabalarını köylerini tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karaocaoğlan'ı, Yunus'u, Emrah'ı, Dertli'yi sever. Çağımız ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardır Veysel'de. Onun aracılığı ile bir süre köy enstitülerinde saz öğretmenliği de yapmış. Sırasıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar köy enstitülerinde bulunmuş.

1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e, 1965 yılında T.B.M.M. tarafından "Anadilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinde aylık bağlamıştır.

ŞİİRLERİNDE TOPLUM TEMALARINI, ÖLÜMÜ VE AŞKI İŞLEDİ

Aşık Veysel, Sivrialan köyündeki bahçesinde ilk ağaç eken, fidan yetiştiren köylüdür. Aşıkların harman olduğu bölgesinde, hepsinden ayrı hepsinden özlü bir sesle sazına yumulmuş ve ölünceye kadar birbirinden güzel ve üstün şiirleri vermiştir:

Güzelliğin on par-etmez
Bu bendeki aşk olmasa.
Eğlenecek yer bulamam
Gönlündeki köşk olmasa

Kim okurdu, kim yazardı.
Bu düğümü kim çözerdi.
Koyun kurt ile gezerdi.
Fikir başka başka-olmasa.

Şiirlerinde aşk, ölüm ve toplum temalarını işledi. Samimiyeti fikirle bağdaştırmasını bilmiş seyrek saz şairlerinden biridir. Şiirlerinde, bir yandan Yunus'un, bir yandan Karacaoğlan'ın gölgeleri fark edilir. 1973'de köyünde öldü.

"Dost, dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır.
Beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır.

Karnın yardım kazma ilen bel ilen
Yüzün yırttım, tınağınan el ilen
Yine beni karşıladı gül ilen
Benim sadık yarim kara topraktır.





Tarihi Düşünürler , Sanatçılar Şairler - AHMET HAMDİ TANPINAR

AHMET HAMDİ TANPINAR

(1901- 1962)
Şiirde "sanat, sanat içindir" düşüncesini gerçekleştirmeye çalışırken, roman ve hikâyelerinde "sanat, düşünmek içindir" motifini işleyen mütefekkir şair... Hikâye ve romanları ile makalelerinde, "zaman" fikrini anlatmaya çalışmış, içe dönük insanın iç portrelerini çizmeye emek vermiş, bilinçaltı karmaşıklığını ele alarak insanı belirleme yolunu denemiş bir yazar... Doğru görüşlere sahip bir edebiyat tarihçisi ve sanat vurgunu...

Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 haziran 1901'de İstanbul'da doğdu. Babası, Kadı Hüseyin Fikri Efendi'dir. Babasının memuriyet hayatına bağlı olarak çeşitli illerde ilk, orta ve lise öğrenimini yaptı. Antalya Sultanisi'nden mezun olunca, İstanbul'a geldi (1918). Parasız yatılı bir okula girmek zorunda olduğu için, müsabaka imtihanını kazandığı Baytar Yüksek Okulu"na girdi. Fakat bu mesleğe eğilimi yoktu, bir yıl sonra bir kolayını bularak İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi'ne yazıldı.

YAHYA KEMAL'DEN EDEBİYAT TARİHİ DERSİ ALDI

Bu sıralarda üniversitede edebiyat tarihi okutan Yahya Kemal'in öğrencisi oldu. Yahya Kemal, genç Tanpınar üzerinde derin bir tesir yarattı. Bu etki, hayatının sonuna kadar sürmüş ve Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatta ve fikriyatta hocası olan Yahya Kemal'in çevresinden hiç kopmamıştır. Fakülteyi bitirince (1923), Erzurum Sultanisi'ne edebiyat ve felsefe öğretmeni olarak atandı. Bundan sonra sırasıyla Konya, Ankara (Gazi Eğitim Enstitüsü) İstanbul Kadıköy Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1934 yılında, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı Güzel Sanatlar Akademisi Sanat Tarihi öğretmeni olarak buluyoruz (1934). Bu dönem içinde yazdığı şiirler, hikâyeler, makalelerle dikkati çeken Tanpınar, 1939 yılında İstanbul Üniversitesi'nin Edebiyat Fakültesi'nde kurulan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nün başına getirildi.

Artık Tanpmar, şair, hikayeci, romancı, denemeci olarak adını duyurmuştu. Şiirleri bir
çevre tarafından seviliyor, bir çevre tarafından eleştiriliyordu. Çünkü şiirlerinde sanatın sanat için olduğu düşüncesinden hareket ederek yazıyor, ince hayaller, psikolojik imajlar, bilinçaltı kaynaşmalarıyla dolu mısralar ortaya çıkarıyordu. Sanatın, toplum için olduğu düşüncesinde birleşenler, Tanpınar'ı eleştiriyorlar, kendi saflarına çekmeye zorluyorlardı.

İLK ŞİİRİ «ALTIN KİTAP» ADLI DERGİDE YAYINLANDI

Ahmet Harndi Tanpınar, bütün bunların arasından sessizce sıyrılmasını bildi. Kimin ne söylediğini düşünmeden, kendi anlayışı içinde şiirlerini sürdürdü. Şiirlerinde, doğa ve insanın meçhule gidişindeki dram, mısra mısra işlenir.


1942'de Maraş milletvekilliğine seçildi. Tanpınar'ın politikayı sevdiği ve hele ısındığı söylenemez. Bir devre milletvekilliğini tamamladıktan sonra, tekrar mesleğine döndü. 1946'da Millî Eğitim müfettişi, 1948'de Güzel Sanatlar Akademisi sanat tarihi hocası ve hemen ardından aynı yıl eski görevi olan İstanbul Üniversitesi'ndeki yerini aldı.

1962 yılına kadar süren bu görevi sırasında, Türk Edebiyat Tarihi üzerinde derin çalışmalar yaptı. "19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi" adlı kıymetli eseri bu sırada oluşmuştur. Kendisinden önce yapılan edebiyat tarihlerinden büyük farklar gösteren bu eser, günümüzün boşluklarından birini doldurmuş bulunuyor. Yahya Kemal'in tarih görüşünden hareket eden Tanpmar, on dokuzuncu yüzyıl yazar ve şairlerinde millî motifin nasıl geliştiğini büyük bir dikkatle ortaya çıkarmıştır.

İlk şiiri, Celâl Sahir'in çıkarmakta olduğu "Altın Kitap" adlı bir dergide yayınlandı: "Musul Akşamları." (1920). Sonra, 1920-21 yılları arasında Tanpınar'ı "Dergâh" yazarları ve şairleri arasında görüyoruz. 11 kadar şiiri, hemen kısa aralıklarla bu dergide çıktı. Sonraları "Millî Mecmua", "Hayat", "Görüş", "Varlık", "Oluş", "Ülkü" dergilerinde zaman zaman görüldü. Şiirlerin toplanıp yayınlanması için 1961 yılını bulmamız gerekmiştir.

1962 YILINDA HAYATA VEDA ETTİ

Tıpkı hocası Yahya Kemal gibi, kafiyenin ve veznin şiirde müzik görevi yapmadığına inanıyor, mısraların kelime örgüleri ile bir müzik yarattığını savunuyor ve şiiri ile bunu ispatlamaya çalışıyordu.

Yahya Kemal, "Itri" şiiri ile bir Osmanlı yüzyılını anlatmıştı. Tanpınar, bir şehrin hayatını dile getirdi:

"Bursa'da eski bir cami avlusu
Mermer şadırvanda sakırdayan su
Orhan zamanından kalma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

Yekpare bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir eski zaman vehmile..."

"Zaman" adlı şiiri, hem şairliğine, hem metafizik kaygılarla "Zaman" tefekkürüne güzel bir örnek olduğu için buraya alıyoruz:

"Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında.
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında

Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen
İçim, muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim."

Çalışmalarının en verimli olduğu bir çağda, 1962 yılında hayata gözlerini yumdu. Arkasında, şiirli bir tarih, fikirli bir şiir, sağlam bir dünya görüşü bıraktı.





































Tarihi Düşünürler , Sanatçılar , Şairler - ALİ ŞİR NEVAİ

ALİ ŞİR NEVAİ

( 1441- 1501 )

Türk Çağatay uygarlığının bir simgesi... faziletleri ile devrine örnek olan bir kimse...

Türk dilinin Fars diline üstün olduğunu ispatlayan ilk bilim adamı...

Çağın en ünlü şairi ve düşünürü...

Ali Şir Nevaî, Türk bilim ve sanat hayatının temel taşlarından biridir.

9 Şubat 1441'de Herat'da doğdu. Babası, Uygur Türklerinin ünlü kişilerinden Kiçkine Bahşî'dir. Herat hükümdarı Hüseyin Baykara'nın çocukluk arkadaşıdır. Hemen bütün hayatını, Hüseyin Baykara'nın yanında geçirmiş, onun en mahrem dostu, arkadaşı olarak tanınmış ve bilinmiştir. Baykara kendisine "Süt Kardeş" diye hitap ederdi.

Bir ara (1487-1488) Astarabat şehrinin valiliğini yapmışsa da, hemen Hüseyin Baykara'nın yanına dönmüş ve ömrünün sonuna kadar, bazı küçük geziler dışında, yanından ayrılmamıştır. Bazı emirlerin isyanlarını bastırmış, bu arada, kardeşi Derviş Ali'nin başkaldırmasını önlemiş, hanedan içindeki anlaşmazlıkları hallederek, Hüseyin Baykara'ya büyük hizmetlerde bulunmuştur. Baykara kendisine o derece ihtiyaç hissediyordu ki, 1499'da Hacca gitmesine bile izin vermemiştir. Bir yıl sonra, 1500 yılında, Astarabat seferinden dönen sultanı karşılamak için yola çıkarken, kalp krizine tutulmuş ve bütün ihtimama rağmen kurtarılamayarak hayata gözlerini yummuştur. Kendi yaptırdığı türbeye gömüldü. Matem merasimini, bizzat sultan, Ali Şir'in sarayında yönetti ve bütün beyler, ayakta hizmet görerek bu büyük insana son borçlarını ödemeye çalıştılar.

TÜRK DİLİNİN GELİŞMESİNE ÇABA GÖSTERDİ

Ali Şir Nevaî, zengin bir ailenin çocuğu olduğu için, devlet hizmetinde bulunduğu sürece hiç para almamış, kendi kesesinden yaşamış ve ülkede birçok cami, medrese, çeşme, han yaptırmıştır. Devlet hizmetlerinin dışındaki zamanını, Türk dilinin gelişmesi için çalışmalar yaparak geçirmiş ve Çağatay uygarlığının unutulmaz kişisi olmuştur.

Farisî dilini ve edebiyatını çok iyi biliyor, bu dilde büyük ustalıkla şiirler yazıyordu. 64.000 bin mısradan kurulu Hamsa'sı, Fars geleneklerine göre yazılmış bir eseridir. Hamsa'da ahlâk ve tasavvufa ait hikâyeler ve sohbetler manzum olarak yazılmış, ayrıca, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, İskender ve Behrem Gur hikayeleri işlenmiştir.


BÜTÜN ŞİİRLERİNİ BİR DÎVAN DA TOPLADI

Günümüze kadar gelen bir başka büyük eseri , 55.000 mısradan kurulu Türkçe Divanı'dır. İlk gençliğinden ölümüne yakın günlere kadar yazdığı bütün şiirler bu divana alınmış bulunuyor. Bundan başka bir de Farisî şiirlerini topladığı ayrı bir divanı vardır ki, 12.000 mısra hacmindedir. Bunların dışında, 7.000 mısralık Lisan al-Tayr, "Mecalis al nafa-is", mektuplar, sohbetler birçok eser bırakmıştır.

Fakat en büyük hizmeti ve en büyük eseri, Türkçe'nin büyük bir dil olduğunu ispatlamak için yazdığı "Muhakemet-ül-Lugateyn"dir. İslâm ve İran fikirlerine büyük eğilimi olmakla beraber, o, yalnız kendi milletini ve dilini sevmiş, onu yüceltmek için çalışmış, böylece, tarihte oynadığı büyük rolün şuuruna varmış bir Türk’tür. Lisan al Tayr'da "Cihanda, Türk edebiyatının bayrağını kaldırmakla Türkleri, tek bir millet, tek bir toplum haline sokmuş olduğunu" iftihar ederek söylüyor. "Seddi İskender" adlı eserinde, kendisine boşluktan seslenildiğini ve şöyle dendiğini anlatır: "Sen, kılıçsız, yalnız kaleminle Türk ülkelerini, Türk milletinin kalbini feth edeceksin!.. Onları, bir tek millet yapacaksın!.. Türk iklimleri sana aittir. Sen bu milletin sahipkıranısın."

ŞİİR, MUSİKİ, RESİM VE HATTATLIKLA UĞRAŞTI

Ali Şir, çağına göre ileri bir tarih görüşü olan bir bilgindi. Cengiz İmparatorluğu’-nunun gelişmesini anlatan (Cihan Tarihi) Türk ırkının da tarihi sayılır. İlhanlılar ve Timurîleri ele alan "Zübdad el Tavarih" çok değerli bilgiler ve belgelerle doludur.

Devlet adamı, şair olan Ali Şîr Nevaî, musikî, resim ve hattatlık ile de ilgilenmiştir. Güzel besteleri olduğunu Babürname'den, hattatlığı ve nakkaşlığını Amirî'nin Letaifname'sinden öğreniyoruz. Mir Muhammed Amin Buhari'nin musiki tarihi üzerinde yazdığı eserinde, Horasan'da ünlü "Yedi Bahr" adlı usulün, Ali Şir tarafından, kuş sesleri incelenerek vücuda getirilmiş olduğu birer birer sayılarak gösterilmiştir.

Ali Şir'e izafe edilen besteler, bugün de Horasan Türkmenleri, Fergana ve Harzem Özbekleri,Taşkent, hatta Kuzey Kafkasya Türkleri arasında çalınıp söylenmektedir.

Ali Şir Nevaî, devlet adamı idi, şairdi, bestekârdı, ressamdı, nakkaştı, fikir adamı idi a-
ma, onun en büyük eseri "Muhakemat ül-Lügateyn" lügatların karşılaştırması adlı eseridir. Bu kitabında Türkçeyi, zamanının ve hatta günümüzün büyük dillerinden biri olan Farsça ile karşılaştırmış ve Türkçe'nin, Farsça’dan daha zengin bir dil olduğunu ortaya koymuştur. Günümüzün Türkçesi, Ali Şir Nevaî'ye çok şey borçludur.



Hikaye Nedir ,Hikayenin Özellikleri, Unsurları ,Çeşitleri ,Tarihi Gelişimi



HİKAYE NEDİR?

Yaşanmış veya tasarlanmış bir olayı, bir durumu; yer, kişi ve zaman belirterek anlatan kısa yazılara denir.

Hikayede, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu tümüyle düş ürünü olabilir, ya da son derece gerçekçidir. Genellikle romandan kısa olurlar, dar bir zamanı kapsarlar, kişileri romana göre daha azdır, anlatılanları tek ve sınırlıdır ve olayla ilgili yer ve zaman belirtirler. Serim düğüm ve çözüm denilen üç bölümden oluşurlar.Olayı sürükleyen bir kişi (öykünün kahramanı) vardır. Hikaye kısalığı ve kurgusuyla masala, kişilerin nitelendirilmesi, eylemin işlenişi ve canlandırılmasıyla da romana yaklaşır. Hikayenin kısalığı yapısal olarak, kişinin niteliğiyle geliştiği eylem arasındaki sıkı bağdan kaynaklanır. Hikayenin çerçevesi, çoğu kez anlatıcının durumunu belirterek çizilir.

HİKAYEYİ ROMANDAN AYIRAN ÖZELLİKLER

-Kısa oluşu,
-Yalın bir olay örgüsüne sahip olması,
-Genellikle önemli bir olayı tek ve yoğun bir etki uyandırarak vermesi,
-Az sayıda karaktere yer vermesi.

HACİMLERİ BAKIMINDAN HİKAYELER:

1-Kısa hikayeler
2-Uzun hikayeler


Kısa Hikayeler: Kısa öykülerin olay kahramanları sınırlıdır. Birkaç kişiyi geçmez. Olay örgüsü çok kısadır ve etkileyici olmak zorundadır. Tek bir konu üzerinde durulur.

Uzun Hikayeler: Öykülerden biraz farlıdırlar. Birkaç bölüm halinde yazılabilirler. Olay kahramanları daha fazla olabilir. Birkaç olayın iç içe geçmesinden oluşabilir. Roman kadar karmaşık değildir, öykü gibi de basit ve kısa değildir.

Hikaye yazarken dikkat edilmesi gerekenler:

Hikayeler, kısa olmak zorunda olduğu için konuyu anlatış tarzı çok önemlidir. Hikayenin anlatıcısı, birinci tekil kişi yada üçüncü tekil kişi olabilir. Her iki yönteminde bazı avantaj ve dezavantajları mevcuttur.

Birinci tekil kişinin ağzından anlatılan hikayeler duyguların okuyucuya yansıtılması açısından avantajlıysa da; olayları tek kişinin bakış açısından anlatacağından kimi zaman elverişsiz olacaktır.

Bununla birlikte üçüncü tekil kişinin ağzından anlatılan hikayeler de olayın bütününün okuyucuya yansıtılması; okuyanı hikayede anlatılmakta olan olayın içinde çekmesi açısından daha avantajlıdır. Üçüncü tekil kişi olayı gördüğü gibi anlatır.

En uygun olanı hikayedeki olayların mı; yoksa duyguların mı ön planda olduğuna göre bir seçim yapılması olacaktır.

Hikaye yazarken dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise, hikayede geçen olayların okuyucunun gözünde canlandırılabilmesidir. Okuyucu hikayeyi okurken, kendini film seyreder gibi hissedebilmelidir. Bu özellikle görselliğin ön plana çıktığı günümüzde daha da büyük öneme sahiptir. Olayı gözünde canlandırabilen okur, hikayeyi okumaktan zevk alır ve sıkılmaz.

Hikayenin dili de oldukça önemlidir. Okuyucuyu sıkmamak için uzun cümlelerden kaçınılmalı, olayları anlatırken birkaç kelimeyle okuyucunun olayı kafasında canlandırabilmesi sağlanmalı; uzun tasvirler yerine aynı etki, vurucu birkaç kelime ile sağlanmalıdır. Sıfat yerine kullanılacak imgeler bunu kolaylaştıracaktır.

Hikaye kahramanlarını konuştururken, çok fazla ‘öyle dedi’, ‘böyle dedi’ demekten kaçınmak gerekir. Bu akıcılığı bozacaktır. Bunun yerine konuşmaların, tırnak işaretleri yardımıyla ayrılması konuşmaları daha akıcı hale getirecektir.

Özetle, yazar olayı anlatmaktansa; göstermeyi tercih etmelidir!

YAZILIŞLARI BAKIMINDAN HİKAYELER:

1. Olay hikâyesi

Tamamen olay örgüsüne dayalı bir türdür, olay belli bir sonuca ulaşır. Olay hikayelerinde merak öğeleri , ana düğüm , genellikle beklenmedik biçimde çözülür. Hikayedeki ana olay okuyucuyu etkileyecek bir sonuca ulaşır. Klasik olay hikayelerinde ulaşılan bu sonuç sürpriz olmaz.

-Dünya edebiyatındaki temsilcisi Guy De Maupassant olduğu için Maupassant tarzı hikaye de denir

-Bizde Maupassant tarzı hikâyenin en büyük temsilcileri; Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Reşat Nuri Güntekin’ dir.

Örnek metin; 087956′nın Sıfırı, Tarık Buğra

2. Durum hikâyesi

Yazarın bir plan yapma zorunluluğu yoktur. Durum hikayelerinde serim , düğüm , çözüm düzeni , olay hikayelerinden farklıdır. Olay hikayelerinde önemli ve öncelikli olan merak öğesi , durum hikayelerinde kişisel ve sosyal yorumlardan , duygu ve hayallerden sonra gelir.

Durum hikayelerinde belli bir düşünce güdülmez. Yazar kendi kişiliğini saklar.

Durum hikayelerinde hikaye kahramanları tam olarak tanıtılmaz . Kişilerin yaşam koşulları , zaman ve mekana bağlı olarak , doğal anlatım içinde okuyucuya sezdirilir.

-Dünya edebiyatındaki en büyük temsilcisi Anton Çehov olduğu için Çehov tarzı hikaye de denir
-Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal ve Tarık Buğra yerli temsilcileridir.
Örnek metin; Otlakçı , Memduh Şevket Esendal

HALK HİKAYELERİ

Halk hikâyeleri, konularını gerçek hayattaki -genellikle kavuşulamayan- aşklardan alan, hikayeci-âşıklar tarafından nazım-nesir karışık bir ifade ile yazılır.

Halk hikayeleri; konuları bakımından, Aşk Hikayeleri ve Kahramanlık Hikayeleri olarak ikiye ayrılır.Aşk hikayelerine örnek olarak Kerem ile Aslı’yı, kahramanlık hikayelerine ise Köroğlu ile Kirmanşah’ı  verebiliriz. Türk hikayeciliği en parlak dönemini, Cumhuriyet döneminde yaşamıştır. Edebiyat-ı cedide döneminde hikaye türleri iyice gelişmiştir. Bu dönemdeki yazarların çoğu(Halide Edip Adıvar, Hüseyin Cahit Yalçın vb.) romancılığı öne almışlardır, hikayeciliği bir yan uğraş olarak kullanmışlardır.

Türk ve Dünya Edebiyatında Hikaye(öykü) Türünün Tarihsel Gelişimi    ve Önemli Temsilcileri;

H İ K Â Y E

İlk  Çağ  Anadolu’sunda masal  ve  tarihi  olayları  anlatan   eserlerle  oluşmuştur.  Orta  Çağda  özellikle  Hindistan’da  “Binbir  Gece  Masalları”  sağlam  bir  hikaye  geleneğinin  varlığını  bildirmektedir.  Bu  gelenek,  Arapça’dan yapılan  çevirilerle  Avrupa’ya   masal, efsane,  rivayetler  şekliyle  yayılmıştır.

Hikâyeye  bugünkü  anlamda  ilk edebi  kimlik  kazandıran  İtalyan  yazar   Boccacio’dur.  XVI.  Yüzyılda yazdığı  “Decameron”  adlı  eseriyle  ilk  öykü  örneğini  vermiştir.   Rönesans’ın   etkisiyle  de  XIX. Yüzyıl  edebiyatının  en yaygın  türü  olmuştur.

Bizde,  destanlar,   halk  hikâyeleri ,  ve  masallarla  eski bir  temeli  olan  bu  tür,  XIV. Ve  XV. Yüzyıl-da  “Dede  Korkut Hikayeleri”  ile   çağdaş  hikâye  tekniğine  yaklaşmıştır.

XIX. yüzyılda  Tanzimat’la  gelen  yeniliklerle  birlikte  batılı  anlamda  ilk  örneğini Ahmet  Mithat  Efendi  “Letaif-i   Rivayet  ( söylene  gelen  güzel   şeyler )  adlı  eserini  yazarak  vermiş;  “Kısadan  Hise”  ile bu  türü  geliştirmiş, Sami  Paşazade  Sezai : “Küçük  Şeyler”  adlı  eseriyle  modern  hikâyeyi  oluşturmuştur.  Bağımsız  bir  tür  olma  özelliğini  ise  Milli  Edebiyat  döneminde   Ömer  Seyfettin’le   kazanmıştır.

TANIMI : Yaşanmış  ya  da yaşanabilecek  şekilde  tasarlanmış   olayları  kişilere  bağlı  olarak  belli  bir  yer  ve  zaman içinde   anlatan   türe  hikâye  diyoruz.

HİKÂYENİN    UNSURLARI

1) OLAY:  Hikâyede  üzerinde  söz  söylenen  yaşantı  ya da  durumdur

2) KİŞİLER:  Olayın  oluşmasında  etkili olan ya  da olayı  yaşayan  insanlardır.

3) YER:  Olayın   yaşandığı  çevre  veya  mekândır.

4) ZAMAN : Olayın  yaşandığı  dönem,  an   mevsim  ya  da   gündür.

5) DİL  VE  ANLATIM :  Hikâyenin dili açık,  akıcı  ve  günlük  konuşma  dilinden  farklı olarak, etkili  sözcük,  deyim  atasözü  ve  tamlamalarla   zenginleştirilmiş   güzel   bir   dil  olmalıdır.

Anlatım  ise:  iki  şekilde  olur   Hikâye  kahramanlarından  birinin ağzından  yapılan  anlatım  “hikâyede  birinci  kişili  anlatım” ;  yazarın  ağzından  anlatılanlar  “hikâyede  üçüncü  kişili  anlatım”

HİKÂYEDE   PLÂN:

Hikâyenin    planı  da   diğer    yazı  türlerinde   olduğu  gibi üç  bölümden  oluşur; ancak bu  bölümlerin  adları  farklıdır. Bunlar:

1) SERİM:   Hikayenin   giriş   bölümüdür.Bu  bölümde  olayın geçtiği  çevre ,  kişiler tanıtılarak  ana  olaya giriş  yapılır.

2) DÜĞÜM : Hikayenin  bütün  yönleriyle  anlatıldığı en  geniş  bölümdür.

3) ÇÖZÜM : Hikayenin sonuç  bölümü  olup   merakın bir  sonuca bağlanarak  giderildiği bölümdür

Ancak  bütün hikayelerde  bu plân uygulanmaz ,  bazı  öykülerde  başlangıç  ve sonuç  bölümü  yoktur .Bu bölümler  okuyucu  tarafından  tamamlanır.

Ö Y K Ü  Ç E Ş İ T L E R İ

Hikâye, hayatın  bütünü  içinde  fakat  bir  bölümü  üzerine  kurulmuş  derinliği  olan  bir  büyüteçtir.  Bu büyüteç  altında  kimi  zaman    olay  bir  plan  içinde , kişi,  zaman,  çevre  bağlantısı  içinde   hikaye  boyunca  irdelenir.  Kimi  zaman  da büyütecin  altında  incelenen  olay  değil,  hayatın  küçük  bir  kesiti, insan  gerçeğinin  kendisidir  Bu  da öykünün  çeşitlerini  oluşturur.  Buna  göre;


  1) OLAY ( KLASİK  VAK’A )  HİKÂYESİ :  Bir  olayı  ele  alarak,  serim,   düğüm,   çözüm   plânıyla  anlatıp  bir  sonuca  bağlayan  öykülerdir.  Kahramanlar  ve çevrenin  tasvirine  yer verilir   Bir  fikir  verilmeye  çalışılır; okuyucuda  merak   ve heyecan  uyandırılır. Bu   tür,  Fransız  yazar Guy de Maupassant ( Guy dö Mopasan) tarafından   yaygınlaştırıldığı  için  “Mopasan Tarzı  Hikâye”  de  denir

Bu  tarzın  bizdeki  en  önemli  temsilcileri: Ömer Seygettin, Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar  ve  Reşat  Nuri  Güntekin’dir..

2)  DURUM   ( KESİT  )  HİKÂYESİ: Bir olayı  değil günlük  yaşamın  her  hangi  bir  kesitini   ele  alıp  anlatan  öykülerdir   Serim,  düğüm,  çözüm  planına  uyulmaz  Belli  bir  sonucu  da  yoktur. Merak  ve  heyecandan  çok  duygu  ve  hayallere  yer  verilir;  fikre  önem   verilmez,  kişiler  kendi  doğal  ortamlarında  hissettirilir.  Olayların ve  durumların  akışı  okuyucunun  hayal  gücüne  bırakılır.

Bu  tarzın  dünya  edebiyatında  ilk temsilcisi   Rus  yazar  Anton    Çehov   olduğu   için  “Çehov   Tarzı   Hikâye”  de denir.

Bizdeki  en  güçlü  temsilcileri : Sait  Faik  Abasıyanık,  Memduh   Şevket  Esendal  ve Tarık  Buğra’dır

3)  MODERN    HİKÂYE :  Diğer  öykü  çeşitlerinden  farklı  olarak,  insanların  her  gün  gördükleri fakat  düşünemedikleri  bazı  durumların  gerisindeki    gerçekleri,  hayaller ve  bir  takım  olağanüstülüklerle  gösteren  hikâyelerdir.

Hikâyede  bir  tür  olarak  1920’lerde  ilk  defa  batıda  görülen   bu  anlayışın  en güçlü   temsilcisi  Fransız  Kafka’dır  Bizdeki  ilk  temsilcisi  Haldun  Taner’dir.   Genellikle  büyük  şehirlerdeki  yozlaşmış  tipleri,  sosyal  ve  toplumsal  bozuklukları ,  felsefi  bir  yaklaşımla,  ince  bir  yergi ve  yer  yer  alay  katarak,  irdeler  biçimde   gözler  önüne  serer.